KÖPRÜ BAŞLARINI TUTANLAR… – Süleyman DAĞISTANLI
KÖPRÜ BAŞLARINI TUTANLAR… – Süleyman DAĞISTANLI
Çok uzun yıllar önce çok uzak beldelerin birinde, savurganlığı ve lükse olan düşkünlüğü ile nam yapmış bir padişah yaşarmış. Ülkeyi kendi malı sanar, har vurup harman savurur, halka zulüm etmekten zevk alır, ağır vergiler ile halkı canından bezdirirmiş. Gel zaman git zaman, hazıra dayanmayan dağlar tükenmiş ve ülkenin hazinesi halka bir tek kuruş dahi harcanmadan tükenip gitmiş. Padişahın her işini kendisine danıştığı veziri yanına gelip hazinenin durumunu anlatır ve bir hal çare bulunması gerektiğini söyler. Padişah vezirine; “Yarından itibaren vergileri iki katına çıkarın” der, vezir; “aman efendim halkın zaten canı burnunda, vergiler de yeterince ağır, daha fazla ağırlaştıramayız, aksi halde halk ayaklanır.” Padişah, sen beni dinle der. Vezir emri uygular ve halktan en ufak bir tepki almaz. Bir hafta geçmeden vezir yeniden padişahın yanına gelerek şaşkınlıkla halkın tepkisiz olduğunu ve hazinenin toparlanmaya başladığını söyler. Padişah kendinden emin bir şekilde isyan eden falan yok değil mi der, vezir hayır deyince, padişah yarından tezi yok şehrin ortasında ki köprünün girişine asker koyun her geçenden 10 lira para alsın. Vezir aman efendim halkın tamamı o köprüden her gün geçiyor böyle yaparsak isyan çıkar der ama emir demiri keser her zamanki gibi. Yine bir hafta geçmeden vezir şaşkınlıkla durumu aynısı gibi özetler ve hazinenin ağzına kadar dolduğunu söyler. Padişah yarından itibaren köprünün diğer başına da asker koyun girişte 10 lira veren herkesten çıkışta da 10 lira alsınlar. Vezir şaşkın ve korkuludur, zira halk ayaklanacaktır ona göre ve padişahın, ihtiyaçları olmadığı halde neden böyle yaptığına anlam veremez ama emir bu yine keser demiri. Kısa bir süre sonra aynı muhabbet, bu kez halkın tepkisizliğine padişah da şaşırır ve sinirlenerek yarından itibaren köprünün ortasına asker koyun giren para versin ortada askerler 10’ar tokat atsın ve çıkışta tekrar 10 lira versin der. Bu kez vezir halkın canına kastetmenin sonunun kötü olacağını söyler ama nafile. Yine bir hafta geçmeden halktan bir tepki gelmediğini gören padişah şaşkın ve bir o kadar da sinirli bir şekilde tüm şehri toplar ve onlara yaptıklarını özetledikten sonra, “Şimdi bu yaptıklarıma bir şey diyebilecek kimse yok mu?” diye sorar. Halkta çıt yok, yalnız arkalardan cılız bir ses “Padişahım şehrin ortasındaki köprü var ya, ee der padişah, o köprüde askerler var ya, ee der padişah, köprünün ortasında da askerler var ya, padişah karşı çıkacak diye beklerken, o cılız sesin sahibi; Padişahım hepimiz her gün işe gidiyoruz akşam yorgun dönüyoruz evlerimize, o köprünün ortasındaki askerlerin sayısını artırsanız da, tokat yerken akşamları çok sıra beklemesek…(!)
Son bir aydır elektrik faturalarından doğalgaz faturalarına kadar gizli olduğu kadar büyük zamlar yapıldığını duyunca ve görünce bu hikâye geldi aklıma. Özellikle son günlerde genel sağlık sigortası, cezalar, zamlar, yeni vergiler ve memura işçiye yapılan trajikomik zamlar(!) derken her geçen gün halkın sırtına konulan yüklerin arttığı bir dönemde, “senenin ilk ayında memura ve işçiye yapılan zamlar devletin kasasını zora soktu” gibi söylemleri de duyunca, ülkemizde var olan durumun tam da padişah ve vezirin hikâyesine döndüğünü gördüm. Tabi bir farkla, o da ülkedeki halkın hikâyedeki halk olmadığıdır. Elektrik fiyatına gelen %4 ve dağıtım ücretine gelen %28 zam, bu ay 29 milyon aboneye yansıtılarak, asgari kullanım göz önüne alındığında dahi yaklaşık 60 milyon lira (trilyon), halktan boş yere toplanmıştır. Bu oranların verildiği haberlerin tamamında rakamlar kadar ortak olan tek nokta, “kayıp kaçak bedelinin faturalara yansıtıldığı” ifadesiydi. Aslında kayıp kaçak bedeli denen şey yaklaşık 20 yıldır faturada belirtilmeden faturalara yansıtılır ancak 2011 yılından itibaren bu ibare faturalarda aynen yer almaya başlamış ve bu tarihten itibaren dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu bedel, elektrik faturasının kdv’siz fiyatının %10’u kadardır. Yani herkese eşit oranda yansıtılan bir bedel de değildir. Aslında şöyle bir örnekle açıklamak gerekir, bir müfettiş denetlemeye gittiği yerde tespit ettiği bir yanlışlık veya eksiklikten dolayı zimmet çıkarır ve o para işin altında imzası olan herkese eşit bir şekilde bölünerek tahsil edilir. Ama bu kayıp kaçak bedelinde böyle bir şey söz konusu değil. 350 liralık elektrik kullanana 35 lira, 60 lira elektrik kullanana 6 lira kayıp kaçak bedeli yansıtılır. Bir arakadaşımın “Faturalardaki trt payının kardeşi” dediği şeydir aslında kayıp kaçak bedeli. Zira ikisi de sizle alakası olmayan bir meseleden dolayı size yansıtılan bir paradır. Ama bu işin yapılmasında ve duyurulmasında ki asıl amaç çok daha sinsicedir. Çoğumuz duymuşuzdur toplum içerisinde şüyu buldurulan şu söylemi; “Doğu da ve güneydoğu da kaçak kullananların parasını biz ödüyoruz.” Aslında bu söylem bile halkları bölmek ve birbirine düşman etmek adına çok önemlidir. Bu söylem, halkın asıl sorması ve dile getirmesi gereken şeylerin unutturulması ve gündemden düşürülmesi için meşhur edilen bir söylemdir. İnsanlar neden kaçak kullanırlar elektriği? Çok pahalı olduğu için mi, yoksa faturayı ödeyecek parası olmadığı için mi? Bu elektriği dağıtan, denetimini yapmak zorunda değil midir? Denetimini yapamadığı bir işin sonucunda ortaya çıkan tutarın tüm halka yansıtılması hangi yasaya, hangi vicdana sığar? Ülkenin doğusunda kaçak elektrik kullanan var da batısında yok mu? Neden doğuda daha fazla kaçak elektrik kullanılır? Devlet halktan topladığı vergiler ile yaptığı barajlardan elde ettiği elektriği bir şirkete peşkeş çekip halkı o şirketin insafına (!) terk etmesi ne demektir? Elektriğe sürekli zam gelmek zorunda mıdır? Gibi soruları sormak yerine, halkın birbirine düşman olmasını, birbirine diş biler hale getirilmesi yapılan bu işin asıl amacıdır.
Şimdi gelelim süfyanilerin ekonomik olarak halkın sırtına sürekli yeni yükler eklemesine; acaba paraya olan düşkünlükleri mi daha fazla yoksa halklara olan kinleri mi? Acaba dertleri para toplamak mı yoksa halktan zorla para toplamak mı? Acaba amaçları kendilerini mi zenginleştirmek yoksa halkı mı fakirleştirip köleleştirmek? Aslında bu sorunun cevabını yazının başında ki hikâye gayet net bir şekilde cevaplıyor. Elbette para, mal, mülk ve makam sevdaları vardır süfyanilerin ama onların en güçlü arzuları ve hayat gayeleri halklara zulm etmek, onları köleler haline getirmektir. İşte bu noktada eğer halklar, yapılan zulümleri elleri ve dilleri ile engellemeye kalkmaz, hatta kalplerinden buğz bile etmez ise, köprünün başına konan ve her gün kendilerinden para alanlara ses çıkarmadığı gibi, köprünün ortasında kendisini tokatlayanları kovmak yerine dayak yerken sıra beklememek için padişahtan köprüde ki askerlerin sayısının arttırılmasını isteyen o ahmak kişiden daha beter ahmak olacakları açıktır.
Ashab-ı Kehf filmi her ne kadar binlerce yıl öncesinden bahsetse de, filmde geçen olaylar ve konuşmalar günümüze ışık tutan birer ipucu niteliği taşımaktadır. Bir sahnede şehrin valisi Dakyanus, imparatorun bulundukları Filedelfiya şehrine geleceği haberini alır ve mali işlerden sorumlu müşavirine, imparator ile olan dostluğunun göz önünde bulundurularak ona yaraşır bir hediye hazırlamasını ister. Müşavir bu nasıl mümkün olabilir deyince, Dakyanus; “Nasıl mı? Yarından itibaren vergileri iki katına çıkartarak” der. Müşavir şu an bile vergileri zor topladıklarını belirtince, Dakyanus, alaylı ve kin dolu bir şekilde; “Sevgili Müşavirim burası ne Roma’dır ne de yönettiklerimiz Romalı. Bunlar sefil hayvanlardır, eğer sütlerini sen sağmazsan, onları başkaları sağar, şu halde sağ onları, sağ onları…” diyerek halka vermiş olduğu değeri ifade etmiştir. Günümüzde de durum bundan farklı değildir. Bazen ihtiyaçları olsa da olmasa da, halkları sağılacak koyun ve yeri geldiğinde de boğazlanacak bir kurban olarak gören süfyaniler, her fırsatta onlara zulmedip sömürmenin derdinde olmuşlardır. Yapılan bunca zulmün ve baskının sebebini sadece süfyanilerin paraya olan sevgileri ile açıklamak eksik bir açıklama olur. Zira para düşkünlüğü Yahudilere has bir durum iken, halklara zulüm etmek ve onları köleler gibi görmek ve köleleştirmek siyonizme has bir durumdur.
İşte bu noktada, eğer halkların öfkesi, ülkelerinin başlarına çöreklenmiş olan süfyanilerin kendilerine olan öfke ve kininden daha fazla olmazsa, ülkenin her köprüsünün başı, sonu ve ortası askerler ve tokat yemek için sıra bekleyen zillet ile yaşayan insanlar ile dolacaktır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bu anlamda takınılması gereken tavrı gayet net bir şekilde açıklamıştır; “Mâdem bir zâlim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir sûrette davransa; o yerdeki adam eğer o vahşî zâlimin ayağını öpse, o zillet vâsıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, rûhu cesedinden evvel ölür, hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur, hem o canavar vicdansız zâlime karşı zaaf göstermekle kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zâlimin yüzüne tükürse, kalbini ve rûhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zâlimlerin hayâsız yüzlerine!..”
Evet, tükürmek gerekir zalimlerin hayâsız yüzlerine… Köprü başlarını tutan süfyanilerin önünde sıra beklemek yerine, tükürmek gerekir hayâsız yüzlerine… Yapılan zulümler sebebi ile kendi kardeşlerimize kin beslemek yerine zalimlere kinlenmek ve tükürmek gerekir onların hayâsız yüzlerine…
-SÜFYANİ-
Allah Allah dediler
Din gömleği giydiler
İki satır şiirle
Mahpuslara girdiler
Tahliye edilince
Balonu şişirdiler
Televzona verdiler
Kahraman ürettiler
İktidara ge(tir)lince
Allah Allah diyenler
İlk (!) icraat olarak
Abd yi sevdiler
Afganistan Pakistan
Irak ile Kürdistan
Filistin ta ilk baştan
Mazlum kanı içtiler
Fabrikalar limanlar
Emeğin sermayesin
Yabancıya verdiler
Burak ile Bilale
Gemicikler aldılar
İşçi köle misali
Ya çalış ya öl timsali
Açlıkla tehdit ettiler
Az parayla çok işe
Halkı mahkum ettiler
Ekonomiyi övdüler
Rakamla şişirdiler
Hatta borç da verdiler
Ama dış borçlarını
Halktan hep gizlediler
Sıfır sorun dediler
Komşumla dost(!) oldular
Sarmaş dolaş gezdiler
Kardeşim diye diye
Mayın temizlediler
İmzalar atılınca
Sınırlar açılınca
Hesap tamamlanınca
Ne çabuk düşman oldu
Kardeş diyen tilkiler
Hap, para, silahlarla
Seksan küsur ülkeden
Tırlarla uçaklarla
Eğitilmiş caniler
Sınırdan geçirdiler
Şam’a niyet ettiler
Namaz kılacaz dediler
Direnişi görünce
Halepten de geçtiler
İyi bir bok yediler
Halkı aç bıraktılar
Çöpten aş toplattılar
Fuhuş ile kumarı
İçki ile zinayı
İcraatten saydılar
İhaleler aldılar
Dostlarına verdiler
Hem de hiç utanmadan
Çalınan dolarları
Kutuda sakladılar
Zora düştükleri an
Tiyatro oynadılar
Foyaları çıkınca
Gülen hocalarına
Paralel uydurdular
Methiyeler düzdüler
Ayetler salladılar
Kimi peygamber oldu
İlah ilan ettiler
Hızla dinden çıktılar
Aklandıkça karalar
Altın kadeh bardaklı
Jakuzili hamamlı
Sıra sıra odalı
Bir de saray yaptılar
Süfyani sana kalmaz
O saraylar makamlar
Ne “ad”lar ne semudlar
Ne, zalim firavunlar
Kaçamadı nemrutlar
Allah’ın gazabından
MSP