İnsan Kainatın Özü ve Özetidir
İnsan yaratılış itibarıyla kainatın özelliğini taşıyan ve numunesi olan bir varlıktır. Bu açıdan zerre ile kürre arasındaki ilişki ne ise insan ile kainat arasındaki ilişkide öyledir. Zerreyi tanıdıkça kürreyi de tanımış oluruz ki insani tanıdıkça kainatı da büyük ölçüde tanımış bilmiş oluruz.
İnsan da, kainat gibi bir zahiri-görünen (şahadet) alemine, bir de batıni-görünmeyen (gayb) alemine sahiptir. Kainatın şahadet alemi; galaksiler, gezegenler, yıldızlar v.s iken insanın şahadet alemi; baş, el, ayak, kalp, mide v.s organlarıdır. Kainatın gaybi aleminde; melekler, cinler, alemi ervah, cennet, cehennem v.s varken insanın gaybi aleminde; ruh, nefis, akıl, gönül, rüya v.s duygu ve hisler bulunmaktadır.
İnsan, bir yönüyle yücelere (ala-i illiyine) meleklerin makamlarına bakarken ; diğer yönüylede aşağılara (esfeles-safiline) hayvanların derecesine hatta daha aşağısına yönelebilen bir niteliğe sahiptir ki insan bedeninin yapısı da bunun böyle olduğunu göstermektedir. İnsanı yücelere, manevi değerlere yönelten, akıl ve tefekkür mahalli olan beyin ve kalp gibi organlar insan bedeninin yukarısında bulunurken ; aşağıların aşağısına bakan, nefsi ve şehevi hislerin etkin olduğu (yediklerimizin -içtiklerimizin posasının dışarıya atılmasıyla görevli olan) mide, bağırsak, anüs gibi cihazatlar bedenin aşağı kısmında bulunurlar. Bu bakış açısıyla baktığımızda Yüce Peygamberler ve iki cihan saadetini sağlamak için gelen Din-i İslam insanın aklını ve kalbini muhatap alarak emirlerin nehiylerin kabul edilip uygulanma mahallisi kılmıştır. Çok yemeyi, çok içmeyi, çok uyumayı ve şehevi lezzetlere dalmayı da insana yakıştırmamış insanı asıl yaratılış gayesinden gaflete düşüren salt hayvansal özellikler olarak belirtmiştir.
Şunu açıklamak gerekir ki biyolojik yönüyle bakıldığında insanın hayvandan hiçte farklı olmadığı görülecektir. Çünkü ikisi de et-kemik, göz, kulak, burun, diş, dil, el, ayak, mide, bağırsak, kan, sinir gibi daha bir çok organları topraktan yaratılmak ayrıca uyumak, yemek, içmek, şehevi zevk almak-üremek, boşaltım v.s gibi ortak paydalara sahiptir. Tam bu noktada tabiat perestler açısından durum gayet karışıktır. Bunlara göre tabiat hep aynı türden yani tamamen aynı özelliklere sahip ( tabiri caizse başka numarası olmayan) hayvanlar yaratmış(!?) iken insan denen bu varlık biyolojik olarak hayvanlarla aynı özelliklere sahip olmakla birlikte diğer hayvanlarda hiç görülmeyen kendine has düşünüyor, bilinçli konuşuyor, geleceğe yönelik plan yapıyor, geçmişten ve gelecekten etkileniyor -kaygılar taşıyor, vücudunu korumak için elbise dikiyor, evler saraylar inşa ediyor, eğitim öğretim kurumları açıyor, kitaplar yazıyor, ülkeler kuruyor, madenleri çıkarıyor fabrikalarda işliyor, teknolojik ve bilimsel keşiflerde bulunuyor, uzayı araştırıp inceliyor, otomobil-tren-vapur-uçak-uzay araçları yapıyor ve daha nice sayamadıklarımızı yapıyor veya yapmak için düşünüyor yol arıyor. Eğer insana yeni bir varlık demiş olsalar kendi düşüncelerine göre tabiat hep aynı tarz yaratmıştır ki onun dışına çıkamamış. O halde istediği zaman istediğini istediği gibi yaratan ve yöneten bir kudret bir güç var O da Allah (c.c)’ tır. demek yerine tabiat perest-maddeciler çareyi bu farklı varlığı olabildiğince kendisine yakın biyolojik özellikte bulunan bir hayvanın evrim geçirmiş(!) hali demekte buldular. Bu hayvanı da maymun olarak belirlediler ve antropoloji ( insanın kökenini araştıran bilim) sözde bilimsel yöntemlerle araştırmalar sonucunda bolca fosil (kemik ve kafa tası-çene) toplamaya yani delil bulmaya çalıştılar(!?). Şunu unutmamak gerekir ki melekuti yönünü kaybetmiş, aklı selim özelliğini yitirmiş, Ahsen-i takvim sıfatından sıyrılmış böylece esfeles-safiline (aşağıların aşağısına ) yuvarlanmış, hayvanlardan daha sapkın ve zavallı olmuş bir insan gerçekte artık insan bozması vahşi bir canavara dönüşmüştür ki hal böyle olunca tabiat perestlerin -materyalistlerin kendilerini, zorlama ve uydurma çabalarla insanı hayvandan evrimleştiği sonucuna bağlamalarını çokta garipsememek gerekir.
Asıl konumuza tekrar dönecek olursak insan kainatın küçültülmüş bir örneğidir. Kainatta meydana gelen (maddi- manevi) tüm olayların bir benzeri insanın zahirinde ve batınında da yaşanmaktadır. Kainat olanca büyüklüğü ile galaksiler, gezegenler, yıldızlar ve milyarlarca canlı- cansız varlıkları içinde barındırmakta olup belli bir düzen içerisinde akıp gitmektedir ki insan vücudu anatomisi de böyle bir düzenle işleyip gitmektedir. Mesela; vücudumuzda bulunan sinir sistemi, sindirim ve boşaltım sistemleri v.s galaksileri; beyin, kalp, akciğer, mide, göz v.s gezegenleri; alyuvarlar, akyuvarlar, hücreler de milyarlarca canlıları ayrıca mikroplar-virüslerde vücut kainatımızı ifsat edip yok etmeye çalışan düşmanları ve akyuvarlar bu düşmanlara karşı vücudumuzun sağlığını koruyan askerleri olarak temsil verilebilir. Nasıl ki kainatın dünya meydanında Kabiller, Nemrutlar, Firavunlar, Ebu Cehiller- Ebu Lehepler, Yezitler ve günümüzde de Saddamlar, Na Mübarekler, Kaddafiler ve daha nice demokrat krallar ayrıca babaları olan Amerikalar, Rusyalar, İngiltereler, İsrailler yeryüzünde bozgunculuk yapan hastalık yapan mikropları- virüsleri yani kötülüğü-çirkinliği temsil ediyorlarsa; başta Şanlı Peygamberler, ehli-beytin mümtaz şahsiyetleri , sahabeler, evliyalar, müminler ve mustazaflar, zulme, fesada ve bozgunculuğa karşı mücadele eden kainat vücudunun koruyucularını- akyuvarlarını yani iyiliği-güzelliği temsil ediyorlar
Bu temsilden sonra bir an kendimizi gözle görülmeyecek kadar küçük olan bir hücrenin ya da kandaki alyuvarların yerine koysak vücut kainatımızın da en az kainat kadar büyük, muazzam ve muhteşem bir işleyişe-düzene sahip olduğunu anlarız-görürüz. Şöyle ki insan koca kainatın içerisinde gözle görülmeyecek kadar küçük bir zerre ise ve bu gözle kainata bakınca onun büyük ve muazzam olarak görüyorsa, insan vücudunda ki hücrenin de konumu bizim kainat içerisinde ki konumumuz gibidir.
Hücrenin de kendi içerisinde canlılar barındıran bir kainat olarak düşünürsek gayp ve şahadet alemleri olarak kainat içerisinde kainatlar- sır içerisinde sırlar yaratılmış bir esrarengizlik yumağı içerisinde bulunmakta olduğumuzu fark ederiz ki tüm bunlar, Yüce Yaratıcı Allah’ımızın(c.c) hem ne büyük bir kudret sahibi ve hem ne muhteşem bir sanatkar olduğunu KÜN (ol) emrinin tecellisi mührüyle ispat edip gösteriyor.
Gören gözlere, işiten kulaklara ve iman eden kalplere ne mutlu…!!!