ZULÜM DÜZENLERİNİN ŞEYTANİ SİYASETLERİNİN KARŞISINDA BİR İSLAM KAHRAMANI, BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ (RA)
Hak ile Batılın mücadele sahnesi olan insanlık tarihi boyunca, kendilerini, bütün varlıklarıyla, Hakka adamış, hakkın hakim olması uğruna ölümleri, sürgünleri göze almış büyük İslam kahramanları görülmüştür. Onların büyük fedakârlıkları sayesinde, yegâne hak dini temsil eden İslâm, yok olmaktan kurtulmuş, bu büyük şahsiyetler, İslâm’ın muhafazası için, birer İlâhî sebep olmuşlardır. işte; Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî Hz.leri de, İslâm’ın yetiştirdiği ender kahramanlardan biridir.
İlk hayatını sürekli ilmî münazaralarla geçiren ve bütün ulemayı kendisine meftun bırakan Üstad Said- i Nursî Hz.leri, bir ara gazetelerden; günümüzün Amerikan emperyalizminin o zamanki temsilcisi olan İngiliz emperyalizminin müstemlekât (sömürge ülkeler işleri) bakanının, İngiltere avam kamarasında, eline Kur’an-ı Kerimi alarak; “Bu Kur’an, Müslümanların elinde bulundukça biz onlara tamamen hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya bu Kur’an’ı onların arasından kaldırmalıyız yahut Müslümanları bu Kur’an’dan soğutmalıyız.” seklinde bir konuşma yaptığını okur. iste bu haber, Üstadın bütün ömrünü İslâm’ın ye Kur’an’ın müdafaasına hasretmesine, bunun için de evlenme dahil, dünya ile kendini meşgul edecek ve mukaddes savunmaya engel olabilecek bütün kayıtlardan uzaklaşmasına ve sâdece Kur’an üzerine meşgalesini yoğunlaştırmasına sebeb olmuş, hakim lâik rejimin takip ettiği siyaset ve bilinen uygulamaları da Üstadın zikredilen ideâlinin somut yansıması olan Risale-i Nur’ların doğmasını netice vermiştir…
Rusya’daki esaretten sonra, İstanbul’a gelen Üstad, dostlarının ısrarı üzerine, kısa bir süre “Dar’ul-Hikmet’ül-islâmîye” azalığı yapar. Ve; İngilizlerin işgaline karşı hitabelerle ve basım-yayın yoluyla ateşli bir mücadele başlatır.Bu durum, Ankara hükümetinin dikkatini çeker. Üstadın bu şecââtindan, ilminden ve büyük nüfuzundan istifade etmek amacıyla Ankara’ya, resmi olarak da’vet edilir; üstad bu da’veti kabul etmeyerek red eder. Fevzi Çakmak’ın ve eski dostu Van Valisi Tahir Paşa’nın ısrarlı çağrıları üzerine Ankara’ya giden Üstad için, birinci Millet Meclisinde ‘hoş amedi’ düzenlenir ve meclis tarafından hürmetle selâmlanır.
Üstad, Ankara’da çoğunluğunu şeyh, müfti ve hocaların teşkil ettiği meclisde namaz kılanların çok az olduğunu görür ve hayretler içerisinde kalarak, meşhur “eyyüh’el-meb’usan!” başlığını taşıyan bir hitabe yayınlar ve çok etkiletici bir üslupla namazın ehemmiyetini dile getirir ve namazın kılınmasının elzem olduğunu bildirir.
Bunun üzerine, meclisin büyük bir kesimi namaza başlar ve bu durum tabiatiyle Meclis reisi olan M. Kemal’i rahatsız eder. Nihayet M. Kemal, Üstadı reis odasına çağırtarak, beraberce baş başa kalır ve Üstadı ‘medh ve tehdit’ karışık bir psikolojik atmosfer içerisinde etkilemeye çalışır, ve; “sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdı; sizi, yüksek fikirlerinizden istifâde etmek için buraya çağırdık. Siz ise, geldiniz en evvel namaza dâir şeyler yazdınız ve aramıza ihtilâf koydunuz!” der. Bu söz üzerine, Bediuzzaman hazretleri, bir kaç ma’kul cevap verdikten sonra, şiddet ve hiddetle parmağını kendisine doğru sert bir biçimde uzatarak:
“Paşa!. Paşa!, İslâmiyette, İman’dan sonra en yüksek hakikat namazdır, namaz kılmayan hâin’dir; hâinin hükmü merduttur. ” diye cevap verir. Bu muhteşem şecaat karşısında, dönüş yapan Paşa, tarziye verir(beni yanlış anladınız, özür dilerim.diyerek); ilişemez!..
Nihayet, Ankara’da, gizli bir komitenin faaliyette bulunduğunu, 30-40 yıl sonraki nesillerin dinsizleştirilmesi için hâince plânlar hazırladıklarını müşahede eden Üstad, bunlarla siyâsî ve politik yollarla baş edemeyeceğine kanaat getirerek, Ankara’dan ayrılır ve Van’a giderek, bu duruma karşı alınacak imânî – islâmî tedbirler ve çâreler üzerinde, düşünmeye başlar; ona göre de bir çalışma metodu Kur’an’dan istinbât etmeye çalışır. Seyh Sâid Hazretlerinin islâmî kıyamı üzerine, ileri gelen İslâmî şahsiyetlere tatbik edilen usûlün aynisi, Üstad Bediuzzaman için de uygulanır ve Üstad, Ankara hükümeti tarafından, Van’da ikamet ettiği Mağara’dan alınarak Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla nahiyesine sürgüne gönderilir.
1926 yılında Barla’ya gelen ve ömür boyu sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılan Üstad , işte Risale-i Nur adı verilen ve baştan başa imânî ve Kur’anî nur ve feyiz kaynağı olan eserlerini gizliden gizliye te’lif etmeye ve etrafını Kur’an’ın nuruyla aydınlatmaya çalışır. Bunun üzerine, defalarca hapsedilen ve hakkında tahkikatlar, takibatlar ve mahkemeler açılan Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî, asla yılmadan mukaddes hizmetine devam etmiştir.
“Gizli siyasî cemiyet kurma”, “M. Kemâl’e İslâm deccalı süfyan deme”, “ ve devrimlere karşı olma”, ‘kılık-kıyafet kanunlarına aykırı harekette bulunma’, ‘irticaî faaliyetler yapma..’ gibi iddialarla değişik zamanlarda ve muhtelif şehirlerde mahkemelere sevk edilen Üstad Said-i Nursî Hazretleri, Allah-u Teala’nın yardımı sayesinde ‘gizli güçlerin’ bütün oyunlarını ve komplolarını bozmuş, zerre kadar taviz vermeden Yüce İslâm dininin savunuculuğunu büyük bir liyâkatle yapmıştır.
Denizli Mahkemesinde, iddia makamının ‘idam’ talebi karşısında, asla sarsılmayan, aksine büyük bir celâdet gösteren Üstad Bediuzzaman Said-i Nursî Hazretleri; “yüz milyon kahraman başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız da, canımız da feda olsun!” diyerek, mahkeme heyetini hayrete-dehşete düşürmüş, ilâhî takdirin cilvesi olarak gösterilen bu kahramanca essiz şecaat, mahkeme heyetini ‘beraâte’ sevk etmiştir.
Bütün hayatı İslâm’ın müdafaası uğrunda tükenmiş; dünya zevki diye bir şey tatmamış; zindan hapishane, nezarethane ve sürgün bütün ömrünü kaplamış olan Üstad Said-i Nursî Hz.leri; harf, hukuk, kıyafet ve sâir devrimlerin yapıldığı, mâzî ile bütün bağların koparılmış bulunduğu bir ortamda yaşamış; kimsesiz, garib, fakir, hasta ve gerçek-liyâkatli yardımcılardan mahrum bulunmuş, bununla birlikte tarihde eşine ender rastlanan kahramanlıklar ve İslâmî hizmetler sergilemiştir.
Meşrutiyet, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet devirlerini idrak eden Üstad Said-i Nursî, bu üç devrin şerirlerine karşı gücü nisbetinde mukavemette bulunmuş, İslam’ın izzetini korumak için elinden gelen bütün imkânlarını seferber etmiştir. Dünya’da bir karış mülkiyeti, mevkii, parası-pulu ve malı olmayan ve bu gibi şeylere hiç bir kıymet vermeyen Üstad Hz.leri, ‘’ sırrına ittibâ ederek, rejimden izinsiz ‘nebevî’ bir metodla kudsî bir hizmet çığırı açmış, kılığıyla-kıyafetiyle dahi Yüce Resule (s.a.v.) ittibaı esâs almış, tağutî güçlerin zulümlerine, baskılarına ve tehditlerine asla aldırış etmeden ‘istikâmet’ üzerine yürümeye çalışmış ve inandığı hak da’vadan kat’iyyen şaşmamıştır.
“Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i baki varken, başka burhan aramak, aklıma zâid görünür.”
“Elde Kur’an gibi bir burhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”
Diyerek, güçlü imanı, harika ilmi, eşsiz ahlakı ve takvası ile İslâm’ın canlı ve müşahhas bir timsali olan Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî Hz.leri; cesareti, şecaati, dirayeti, basireti ve feraseti ile de temayüz etmiş bir İslam kahramanıdır.
Asrın hastalığına göre ve onu tedavi edecek manevi ilaçları eczahâne-i Kur’aniyye’den istinbât ve istihraç ederek asrın bîçâre mariz sakinlerine takdim eden, bununla yüz binlerce insanın imanının kurtarılmasına, ruhî, kalbî ve manevi cihetten sıhhat bulmasına vesile olan, bundan dolayı da kendi zamanında tağutî güçlerin bütün şimşeklerini tek başına kendi üzerine çeken merhum Üstad (Ridvanullahi aleyh) Hz.’leri, bütün ömrü boyunca yüce Resulün (sav) nurlu yolunda yürümeyi ve o yüce Resul (sav) e iktidâ etmeyi yegâne düstur edinmiş, bunu da hayatinin her anında ve her safhasında bil-fiil izhar edip isbat etmiştir.
Dinsizliği ve imansızlığı ta’mim eden hunhar bir rejime karşı; imanın, Kur’an’ın ve İslâm’ın esaslarını ve ilahî cevherlerini büyük bir liyakât, ciddiyet, ihlas, samimiyet ve azimle savunan ve tağutî rejime ma’nen kök söktüren yüce Üstad, birkaç kez idama mahkûm edilmiş, on küsur defa zehir verilmek suretiyle su-i kasde ma’ruz bırakılmış, lâkin yüce – Mevla’nın takdiri gereği daima mahfuz kalmıştır.
Çok partili sisteme geçiş dönemlerinde de aynı ta’vizsiz hizmetini devam ettiren merhum üstad, rejimi sembolize eden tağutî fırka ile muvazaa maksadıyla (denge politikası) kurulmuş diğer tağutî fırka arasındaki -yüzeysel ve biçimsel- ihtilaflardan İslamî hareket adına istifade etme yollarını aramış, iki fırkanın birbirleriyle boğuşmalarından-boğuşturulmalarından, Müslümanların nefes alma ve geniş kapsamlı faaliyetlerde bulunma yollarına başvurmuştur. (Fakat maalesef bir kısım kendini bilmezler; bu ince siyaseti kavrayamamış, ehven kabul ettikleri bir şerre angaje olma ve rejim adına şerde erime yoluna girmişlerdir…).
Hürriyet ve demokrasi sloganlarının atıldığı 1950-1960 yılları arasında dahi emsalsiz bir baskı altında bulunan Üstad Bediüzzaman, Hz.leri, bu dönemlerde gözetim altında bulunduğu Isparta’nın dışına çıkma hakkından tamamen mahrum bırakılmış; değil bir başka şehire, bir semtten diğer bir semte gitme hürriyeti bile elinden alınmıştır. En totaliter yönetimlerde bile benzeri görülmeyen zalimane bir uygulama ile, ziyaretçilerinin bile, gelip gitmesi kontrol altına alınmış, Üstad toplumdan soyutlanmış tarzda bir hayat yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Buna rağmen, geceli gündüzlü irşad faaliyetlerini büyük bir cehd ve azimle sürdüren yüce Üstad, İslam tarihinin en mazlum ve en mağdur çok ender mücahidlerinden biri sıfatını da kazanmıştır…
İnsan psikolojisini ve nebevî tebliğ usulünü en ince noktasına kadar bilen ve ona göre kitlelere yönelen Üstad Said-i Nursî Hz.’leri, insanların fıtratlarında mündemiç bulunan meyl-i İslam hissiyatını ve imanî cevherlerini i’mal edip işlemeye çalışmış; Türk, Kürd ve Arab vb. bütün Müslümanların İslam’a hadim kılınmasını hedef almıştır. Hutbe-i Şamiye, Mektubat, Asâr-i Bediiyye ve münazarat gibi., kitaplarında, bu tür’(her kavmi okşayıcı) hitabeleri bolca görmek mümkündür. Üstadın bu ince irşadı metodunu ve Nebevî siyasetini kavramayanlar ve kavramak istemeyenler, Üstadin -haşa- ta’vizkar bir üslûb kullandığı ve zaman zaman Türklere imtiyaz tanıdığı, Arapları üstün gördüğü yahut da kürtlüğe mütemayil olduğu zannına kapılabilmekte; böylece tamamen yanlış, indî, hissî hatalı bir kanaat taşıyabilmektedir.
Fakat; Kur’an mantığını ve onun canlı timsali olan Resulullah (sav) ın mektebini ve tebliğ usûlünü kavramış olanlar ve o kudsî açıdan konuya bakanlar, Üstad’ın ne kadar büyük bir mürşid olduğunu, Resulullah (sav) a ittibayı meslek edinmiş ne büyük bir şahsiyet olduğunu yakinen anlarlar.
Hem; parti, dernek, resmî görev ve politikadan nefret eden üstad Bediüzzaman Hazretleri, bütün hayati boyunca, İslamî siyasetin en ince noktalarını uygulamış ve ‘sırren tenevveret’ sırrına mazhar olarak ‘gizliden gizliye’ faaliyetini sürdürmüş; içerisinde bulunduğu Müslüman toplumun keyfiyet, kemiyet ve istitaat noktasında müsait olmamasından dolayı, fiilî cihad, kıyam ve hükümet-i İslamiye mes’elelerinin tatbikini nesl-i atîye havale etmek mecburiyetinde kalmış; ‘çiçekler baharda açar; bizler acele ettik kış’da geldik, sizler ise, cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz…” gibi., pek çok sözleriyle, durumu açıklığa kavuşturmuştur.
Üstad Said-i Nursî Hazretleri, doğuşundan itibaren İslam’ın içerisinde bulunmuş ve hayatının bütün zamanı İslam ile geçmis, çok kısa bir süre için de olsa, İslam dışı bir ideoloji’ye asla intisab etmemişdir. Hakim olan gayr-i islamî güçlerin mekteplerinde okumamış, onların eğitiminden geçmemiş; onların kültür izlerini üzerinde asla taşımamış; tamamen vahy kültürü ile yoğurulmuştur. Başındaki sarık, cübbe ve sair kılık ve kıyafetiyle İslamî bir görünüm arz etmiş; gayr-i İslamî düzenlerin ve kültürlerin modasını, kılık-kıyafetini vb. izlerini asla taşımamıştır. Hakim olan düzenlerden resmi görev ve me’muriyet almamış, tamamen izzet ve hürriyet içerisinde yaşamıştır.
Üstad Said-i Nursî Hazretleri İmanın ve İslam’ın hakimiyetini ve topluma egemen olmasını esas almış, talî ve fer’î meselelere takılıp kalmamışdır.Parti-dernek ve cemiyet gibi resmî ve legal (izinli) bir hareket kurup başlatmamış; tamamen gizli ve cemaati bir hareketi esas almış, tebliğ konusunda asla ta’viz vermemiş, tağutî güçlerle uzlaşma içerisine girmemiş; hakim güçler tarafından sürekli baskı ve tahakküm altına alınmıştır.
Üstad, akılcı-selefî mantığa muhalif bir çizginin saliki olmuş; İrfanî mektebi düstur edinmiş; Ehl-i Beyt mektebinin saliki olmuş ve o mektebi meşreb ve meslek ittihaz edinmiştir. Vehbî’ ve ‘ledûnî’ ilimlere-feyizlere mazhar olmuş; zühd, verâ, takva ve ilimde harika bir tarzda temayüz etmiştir. Topluma inmeyi, daireyi geniş almayı ve bir kısım menfi şahsiyetleri İslam’a istihdam etmeyi prensip olarak kabul etmiş ve uygulamış; hedef olarak da, bilhassa hakim olan tağutî güçleri almış, halka ise acımıştır.
İttihad-ı İslam’ı, İslâmî vahdeti ve uhuvveti gaye edinen ve hedef olarak alan üstad hazretleri, İslam’ın Hükümranlığı hususunu düstur edinmiş; İstikbal’e Kur’an’ın hükmedeceğini ve İslam İnkilabı’nın sesinin en gür ve en muhteşem şekilde yükseleceğini beyan etmiş; bunu da Hazret-i Mehdî (as) inkılabı çerçevesi dâhilinde olduğunu, olacağını söylemiştir.
Besinci Şua başta olarak, birçok risaleleri ve bizzat hayatının bütünüyle, tağutî düzenlerin ref edilmesini ve Kur’an’ın hakim kılınmasını esas alan bunun için de, gerekli olan müsait şartlardan ve maddî güçten mahrum bulunduğundan dolayı, manevî cihad yoluyla yetinmek zorunda kalan merhum Üstad Said-i Nursî Hazretleri ve imanî cereyanı, laik rejim tarafından iki binden fazla takibata ve tahkikata ma’ruz kalmış kendi zamanında en büyük hedef ve düşman olarak ilan edilmiştir.
Fakat; merhum Üstad’ın vefatından kısa bir zaman sonra, ‘sızma’ hareketlerle Risale-i Nur cereyanı, maalesef mecra değişikliğine uğramış, bir kısım karanlık merkezler tarafından rejimin bekçisi durumuna getirilmek istenmiştir. Üstadı gerçekten tanıyan ve seven talebeleri (nesl-i ati), inşallah Büyük İslam İnkılabı’nı netice verecek , Öz Muhammedi İslam’ı yeniden ihya edecek bir halk hareketi, Üstad’ın bizlere emanet ettiği bu nur hareketini , karanlık merkezlerin ve çıkarcı çevrelerin tasallutundan kurtaracak ve aslî hüviyetine kavuşturacaktır. Böylece aziz Üstad’ın mübarek ruhu şad olacak, İslamî hareket ‘külli’ planda güç bulacak, maddî ve ma’nevî ferec-fütuhat ve ebedî saadet kapıları açılacaktır, İnşaallah!…
Aleyküm Selam “bir nurcu” kardeşim.
üstad hazretleri Şeyh Said’in kıyamından sonra barlaya sürgün edilmesinden itibaren sürekli olarak hapis,göz hapsi,sürgün,işkence,zehirlenme vs zulmün envai çeşidi hiç aralıksız devam etmişdir. hatta üstad urfaya bile giderken rejimin tüm karşı çıkmasına rağmen gizlice gitmişdir.bu durum bizzat üstadın mahkeme beyanatlarında ve talebelerinin tarihçe-i hayatda alıntılanan konuşmalarında mevcuttur.
meclistekilerin risale alması ve onlara satılması meselesine gelince bu günkü rejim(ki ogünkü rejimle aynıdır ve birbirinin devamıdır) üstadın risalelerini bastırıp reklamını yapıyor.tabi halkımız böyle göz boyamalara kanmayacaktır.
Üstadın denge politikası ise, islami hareketin maslahatı için peygamberimizin gösterdiği ana çizgiden ayrılmamak şartıyla islami hareketin başında bulunan şahısların hareketin menfaati için söylediği her türlü söz ve yaptığı her türlü icraatlardır . bu durum zamana ve zemine göre değişiklik arzedebilir.
“Dar’ul-Hikmet’ül-islâmîye”islama ve müslümanlara hizmet eden islamın her türlü özellikle fikri-itikadi alanda gelebilecek tehlikelere karşı cevap verebilecek bir kurum olduğundan üstad o dönemin en ehil şahsiyeti olarak bu kurumda yer almış ve islama hizmet etmiştir. yoksa üstadın hayatına bakarsak üstad kimseye minneti olmayan.padişaha,reis-i cumhur,rus komutanına,idamcı mahkemelere vs.kimseye eyvallahı olmamış haksızlık karşısında hakkın hakimiyeti için dimdik durmuştur.
Allah tüm müslümanların yar ve yardımcısı olsun.vesselam
Yoğunluktan dolayı uzun süredir okumak isteyip okuyamadığım bu yazıyı okuma şerefine nail oldum. Kısa, öz ve akıcı üslubuyla kalbimize ılık ılık akan bu satırları yazan kardeşimizden Allah razı olsun. Eline Sağlık.
selamün aleyk yazınızı okudum üstadı kısa ve genel hatları ile güzel yazmışsınız elinize sağlık,,,,, bir kaç aklıma takılan sorular var onları sormak istiyorum,,,,, birincisi 50-60 lı yıllarda üstadın esaretinin devam ettiğini söylemişsiniz bunu kaynak göstererek açabilir misiniz. benim bildiğim kadarıyla kiiii benim bildiklerimde kulaktan duyma tek partili diktatörlükte ki gibi çok partili diktatörlükte esaret olmamış ziyaretçilere işkence hapse atma gibi şeyler olmamış ve biliyoruz ki bu yıllarda risaleler basılmış ve dağıtılmıştır hatta yanlış bilmiyorsam M.sungur üstada bir mektup yazıyor milletvekillere risaleyi hediye mi edelim yoksa para ile mi satalım üstad para ile satın diyor, yani bir serbestlik var ki meclistekilere bile risale satılıyor,,,,
ikincisi; sizin söylediğiniz üstadın yapmış olduğu denge politikası nedir ve islami harekete nasıl nefes aldırmıştır?
üçüncüsü resmi görevlerden nefret ettiğini söylediniz bu nefret etme tc zamanı mı idi,,,çünkü biliyoruz ki kısa bir sürede olsa “Dar’ul-Hikmet’ül-islâmîye” azalığı yapmıştır,,,
son olarak en son yazmış olduğunuz parağrafa amin amin amin diyorum,,,,,,,,,Allah yar ve yardımcınız olsun,,,,,